USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

ANADOLU´DA SÜRYANİLER VE SÜRYANİ AYAKLANMALARI..

11-01-2018

ELİF KARPUZ / ERCİYES ÜNİVERSİTESİ

Bildiğimiz üzere Süryanilik, Hristiyanlığın hem Katolik hem Ortodoks mezhepleri içerisinde yer almaktadır. Süryaniliğin kökenleri ise Hristiyanlık ve İsa´dan çok daha öncelere, Aramilere kadar gitmektedir. Aramiler; Kutsal Kitap ve antik metinlerde de bahsedilen, başlarda göçebe bir toplumken daha sonra Suriye´nin kuzey tarafları ve Mezopotamya´da yerleşerek büyük imparatorluklar kurmuş, gerek çevresindeki ve gerekse akabindeki devletleri her yönüyle etkileyerek tarihte derin izler bırakmış bir millettir. Aramice ise dönemin diğer toplumlarının da benimsediği, konuştuğu ve yararlandığı bir dil olmuştur. Öyle ki, kaynaklar bize İsa´nın, annesi Meryem´in ve havarilerin, kısacası o dönemde o çevrenin Aramice konuştuğunu göstermektedir. Süryanice ise Aramice´nin doğu lehçesidir. İlk Hristiyan kilisesi olan Antakya(Antiokheia) Kilisesi´ni, Hristiyanlığı kabul eden Aramiler kurmuş ve hâlâ putperestliğe devam eden diğer Aramilerden ayrılmak için kendilerine "Süryani" demişlerdir. "Süryani" kelimesinin kökenine dair ise çeşitli görüsler ileri sürülmüş olmakla birlikte bunların bazıları şu şekildedir:

a)Pers kralı Sirus/Seyrus (Keyhusrev)´un adından geldiği,

 b) Antakya´da hüküm sürmüş kral Kilikos´un kardeşi Sirus´un bölgeyi ele geçirmesiyle bölgenin adının "Suriye" olması ve Süryani kelimesinin de Suriye´den geldiği,

 c) Lübnan´ın Sur şehrinden Suriye kelimesi, bu kelimeden de orada yaşayan tüm topluluklar için Yunanlıların kullanmış olduğu "Süryani" kelimesinden geldiği,

d) Asurluların ülkesine Yunanlılar tarafından "Asurya" denmiş ve zamanla ?a´ harfinin düşmesiyle Surya olması ve Süryani adının da buradan geldiği,

e) Hz. İbrahim´in soyundan gelen Asurin´den vb. geldiği gibi1.

Araplar ve Türkler tarafından "Süryani", Kürtler tarafından bazen "gayrimüslim" anlamına gelen "Fılla" veya bazen de "Sıryan" olarak adlandırılan bu topluluk kendilerini "S?ry?y?" Suryoyo (Suroye, Suryoye, Suryaya, Suraya, Surayi, Sutrayi) olarak adlandırmaktadır. İngilizce literatüründe ise Syrian, Sryiacs olarak geçmektedir. Süryani halkının menşei hakkında, özet olarak, üç görüş ortaya çıkmıştır; Aramilerden geldiği (eski oluşum), Asurlulardan geldiği (yeni oluşum) ve tüm etnik grupların karışımından, birleşiminden oluştuğunu ileri süren sentezci düşünce. Esas itibariyle, öne sürülen bu düşünceler, günümüzde de hâlâ ideolojik tartışmalara sebebiyet vermesiyle birlikte, Süryaniler arasında da çatışmalara ve ayrışmalara neden olmaktadır. Ama Süryaniler arasında genel olarak kabul gören görüş, menşeilerinin Aramîlere dayandırılmasıdır ki, bu görüş daha çok da kilise çevrelerinde Aramîce-Süryanice arasındaki bağdan ötürü taraftar bulmaktadır. Irak ve İran´dakilerin aksine, Suriye ve Türkiye´deki hem halk hem din adamları daha çok bu görüşü benimsemişlerdir. Birçok Yunan ve Süryani edebî eserlerinde ve kaynaklarında da, Süryanilerin Arami olduklarının üzerinde durulmakta olduğunu görürüz. Tarihsel süreç içerisinde Süryaniler, etnik bir köken üzerine kurulmuş politik ve sosyal bir örgütlenme eğilim ve becerisini göstermemişler, dinî motifli tanımlama ile yetinmişlerdir. Bu dinî motifle yetinmelerinde hiç şüphesiz kendilerini "Tanrıdan en çok korkan millet" olarak tanımlamalarının etkisi büyüktür. Çünkü bu bize, onların kendilerini, bir inancın savunucuları olarak gördüklerini göstermektedir ve işte bu nedenle de birkaç küçük prenslik dışında ciddi bir siyasî bir yapılanmaya gitmemişlerdir. Etnik temeller üzerinde yapılanmamalarının bir diğer önemli nedeni, bulundukları coğrafyalarda nüfus bakımından yeterli olmayışlarıdır. Netice olarak diyebiliriz ki, Süryanilerin kökeninin Aramîlere dayandırılması daha çok "dinî" nitelik ihtiva ederken, Asurlulara dayandırılmasının "etnik" nitelikte olması; misyonerlik faaliyetleri neticesinde bir "Asurî milliyetçiliği" yaratma amacına yönelik masum olmayan bir düşüncenin ürünüdür.

 

Süryani Dili ve Alfabesi: Süryani diline kısaca değinecek olursak; Sami dil grubunun Batı grubu kuzey kolunda Kenanca ile birlikte yer alan Aramice; bugünkü Süryanicenin kaynağını teşkil etmektedir. Süryanice Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmıştır. Bu ayrılmanın temel nedeni mezhep çatışmalarına bağlı bölünmelerdir. Emevi egemenliğinden sonra Süryanice baskın dil olmaktan çıkmış, yerini Arapça ve dönemin diğer baskın kültürlerinin dilleri almıştır. Bu noktadan sonra, Süryanice yavaş yavaş kiliseye hapsolmaya başlamıştır. Süryanicenin Doğu lehçesi bugün ağırlıklı olarak Irak ve İran´da Doğu Kilisesi ve Katolik Keldani Kilisesi tarafından kullanılmakta, Batı lehçesi ise Suriye Türkiye ve Lübnan´da Ortadoks, Katolik ve Maruni Katolik Kilisesi´nde kullanılmaktadır. Günümüzde konuşulan Süryanice halk dili ise başlıca dört lehçeye ayrılmaktadır: 1.Turabdin Lehçesi, 2.Asurî Lehçesi, 3.Mahlula Lehçesi, 4.Mlahto Lehçesi. Bu noktada, Süryani alfabesine geçmeden önce, Süryanice ile ilgili bazı kavramları belirtmekte fayda vardır;  

-              Troyo: Mardin´in Turabdin bölgesindeki halk Süryanicesi,

-              Ktobonoyo: Daha çok eski Urfa´daki klasik yazı ve konuşma dili,

-              Gerşunice: Süryani aydınlarının başka dilleri Süryani alfabesiyle yazmaları.

Günümüz Süryani okullarında Süryanice öğrenimine büyük önem verilmekte olup, Türkçe karşılıklarıyla birlikte eski Süryanice metinleri okuma serileri yapılmaktadır. Süryanice okuma ve yazma, öğrenciler okulu bitirene dek öğretilmektedir. Süryani alfabesi İsa´dan Önce 1. yy´dan itibaren yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Arami alfabesinin el yazısında kullanılan biçimlerinden birine dayanır. Hepsi sessiz yirmi iki harften oluşur ve sağdan sola yazılır, bazen yukarıdan aşağıya yazıldığı da görülmüştür. Alfabedeki altı harf yumuşak ve sert olmak üzere çift telâffuza sahiptir ve bunlar özel işaretlerle vurgulanır. Süryanice yazı dili çok zengin ve ifade kolaylığı sağlayan bir dildir. Urfa Yazısı olarak da isimlendirilen Estrangelo yazı şekli Süryani alfabesinin en eskisi ve en güzeli olarak kabul edilmektedir.

Yaşadıkları Yerler ve Süryani Nüfusu: Anadolu´da Süryanilerin en yoğun olduğu yer; bilindiği üzere Mardin il merkezi ve başta Midyat olmak üzere Mardin´in diğer ilçeleri ve köyleridir. Ayrıca İstanbul, Mersin, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, İzmir, Ankara, Antakya, Gaziantep ve Adana da yoğun Süryani nüfusu olan diğer illerimizdir. Bununla birlikte çeşitli nedenlerle yaşanan Süryani göçleriyle bugün, Irak, Ürdün, Hindistan, Suriye, İsrail, Lübnan vb. Orta Doğu ülkeleri olduğu gibi; Amerika, İsviçre, Hollanda, Fransa ve Brezilya´da da Süryanilerin varlığı bilinmektedir. Günümüzde Anadolu´da toplam nüfusları 25 ile 30 bin arasında, dünyada ise toplam nüfusları 5 milyonu bulmaktadır.

 Süryanilerin Genel Toplum Yapısı: Kadim Süryani toplumu dil, kültür ve toplum yapısı açısından homojen değildir. Bunda hiç şüphesiz en önemli etken tarihsel süreç içerisinde çeşitli nedenlerden dolayı dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmalarıdır. Genel hatlarıyla ele almadan önce, Süryanilerin kültürlerinin baskın olduğu dönemlerden bahsetmek gerekir: Coğrafî sebeplerden dolayı, İslamiyet´in ilk dönemlerinde Süryaniler çoğu yerde Hristiyanlığın tek temsilcisi durumundaydılar. İslamiyet´in yayılması ile birlikte, Süryani-Müslüman ilişkisi, özellikle Bizans yönetiminden gördükleri kötü muamelelerden dolayı, sürekli düzgün bir seyir izlemiş olmakla birlikte, özellikle ilişkiler Hz. Ömer döneminde daha da iyiye gitmiştir. Bu dönem Hz. Ömer´e "kurtarıcı" demek olan Furoko yani Faruk sıfatını da, zulümden kurtarması hasebiyle Süryaniler layık görmüştür. Süryanilere Müslümanlarca gösterilen hoşgörü ve iyi niyet, o dönemlerin hem Müslüman hem de Süryani müelliflerinin üzerinde durduğu bir konu olmuştur. Süryanilerin İslam egemenliğindeki en parlak dönemi ise Abbasiler zamanındadır. Bu dönemde 215 tabip,63 çevirmen, 40 filozof, 15 astronomi ve matematik bilgini,1 soy bilimi bilgini, 1 laborant, 1 teleskopçu olmak üzere toplam 363 Süryani bilim ve kültür adamının isimleri Süryani kaynaklarında geçmektedir. Tüm bunların yanı sıra Süryanilerde çeviri, kütüphanecilik ve en önemlisi tarih yazıcılığı da, Süryani kültüründe çok önemli bir yere sahiptir. Aynı dönemde Arapça´nın önem kazanmasına kadar, Süryanice de önemini korumuştur. Bu noktada Süryani toplumu için diğer Hristiyanlardan daha çok ehemmiyet verilen dinî hayat ve bu çerçevede, kilise ve medreselerden ve ibadet ve inanç esaslarından bahsetmek yerinde olacaktır. Kudüs çevresi dışında Hristiyanlığı ilk benimseyen topluluk olan Süryaniler, Tanrı´daki üç sıfatı yani Ataallah, Kelamallah ve Ruhallah sıfatlarını bir cevherde toplanmış olduğunu, bir birlik oluşturduğunu kabul ederler. Bu doğrultuda en basit açıklama ile Hz. İsa hem tanrı hem insandır. Tüm Süryani kiliseleri için geçerli olan kutsal kitap formu "Peşitto" olarak bilinen Süryanice çeviridir. Eski ahit bölümü esas metin İbraniceden çevrilmiş, yeni ahit bölümü ise doğrudan Yunanca´dan çevrilmiştir. Süryani inancına göre kâinatta görünen ve görünmeyen varlıklar vardır. Melek ve şeytan inancı vardır. Ölüm ve kıyamete, cennet ve cehenneme, şeytanın insanın düşmanı olduğuna ve irade hürriyetine inanç vardır. Süryani din adamlarından, her şeyden kendini tecrit eden kısım rahiplerdir. Bu durumun aksine papazlar evlenebilir, normal hayat yaşayabilirler. Süryani kiliselerinin fonksiyonu ise ibadet mekânı olarak camiyle benzer özellikler göstermektedir. Süryanilerin namazları da Müslümanlarınkine çok benzer; kıyam, kıraat, rükû ve secde vardır. Daha önce yedi olan namaz vakti, önce dörde daha sonra da günümüzdeki gibi üç vakte indirilmiştir. Süryani kilise müziği, ibadetlerde kullanılan dua, ilahi ve İncilTevrat metinlerinin makamlı okunma zorunluluğundan dolayı çok gelişmiştir. Süryanilerde dinî mekânlar eğitim-öğretim ihtiyacını da karşılayacak şekilde inşa edilmiştir. Bu günümüzde de devam ettirilmektedir. Örneğin Kırklar Kilisesi´nde bugün 15, daha büyük olan Deyru´lumur ve Deyru´l-zarafan gibi manastırlarda kalan öğrenci sayısı biraz daha fazla olmakla birlikte 25 civarıdır. Yatılı öğrencilerin günlük yemek ihtiyaçları, günde üç öğün olmak üzere manastır yemekhanesinden karşılanır. Her cuma öğrenciler için banyo günüdür.

Selçuklular Döneminde Süryaniler: Süryaniler gerek Büyük Selçuklu gerekse Anadolu Selçuklu beyleriyle iyi ilişkiler içinde yaşamışlardır. Selçuklular Bağdat, Musul, Erbil ve Kuzey Mezopotamya´da Süryanilerden birçok kişiyi devlet hizmetinde kullanmış, mimarı eserlerin inşasında Ermenilerin yanı sıra Süryani inşaat ustalarından yararlanmışlardır. Bu noktada, Anadolu Türk tarihinin ilk dönemine ait en önemli kaynaklarından olan Süryani Mihael´in Vakayinâmesi´nden kısaca bahsetmek gerekir. 1899 yılında, Katolik bir rahip olan Jean Baptiste Chabot isimli bir Fransız tarafından bulunan vakayinâme, Malatya Süryani Patriği Süryani Mihael (1126-1199) tarafından kaleme alınmıştır. 1166´da patrikliğe seçilmiş olan Mihael, patrikliği boyunca Kudüs kralı IV. Baldwin ve Anadolu Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslan ile iyi ilişkiler içinde olmuştur. 9 Temmuz 1182´de de sultanın daveti üzerine onunla bir araya gelmiştir. Mihael bu olayı "onurlu bir olay" olarak olarak addetmiştir. Bu vakayinâme, yaradılıştan milâdi 1195´e kadar olan dönemi ele almıştır, aynı zamanda jeolojik ve meteorolojik olayları da aktarmıştır. Üç ciltten oluşan eserde, Türklerden 3. ciltte bahsedilmekte olup, özellikle Danişmend ve Selçukluların hâkimiyet mücadelelerine geniş yer vermiştir. Selçuklular döneminde Süryanilerin rahatlığı Moğol istilâlarına kadar sürmüştür. Moğollar Süryanilere de büyük kıyım ve katliamlar yapmışlardır. Bu Moğol zulmü Doğu Süryanilerinin dağlara kaçmasına neden olmuştur. Asıl büyük katliama maruz kalan Batı Süryanileri olmuştur. Tüm Süryaniler bir yüzyıl boyunca bu acılarla yaşamak zorunda kalmış ve bu durum Osmanlı hâkimiyetine dek devam etmiştir.

Osmanlı Devleti´nden Günümüze Süryaniler: Osmanlı´da Millet Sistemi: Arapça kökenli olan ?millet? kelimesi, Osmanlı´da bildiğimiz üzere, dinî nitelikli olup bir topluluğu karşılayan bir terim olup, kimi zaman belirli bir dilde konuşan bir grubu, kimi zaman bir ibadethanede ibadet eden aynı inançtaki insanları ifade etmekteydi. Bu çerçevede Osmanlı hâkimiyetinde bulunan toplulukların din ya da mezhep esaslarına göre örgütlenip yönetilmesine "millet sistemi" denilmekte idi. Osmanlılar, diğer tüm gayrimüslim unsurlara tanıdığı inanç özgürlüğünü, millet sistemi çerçevesinde, Süryanilere de uygulamıştır. Fakat Süryaniler bu bağlamda ayrı bir cemaat olarak görülmemiş, zaman zaman Ortadoks Rum Patrikhanesi, zaman zaman da Ermeni Gregoryan Kilisesi içinde ele alınmışlardır. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmezken, Osmanlı´nın son dönemlerinde Süryaniler kendi kiliseleri vasıtasıyla temsil edilme çabası içine girmişlerdir. Osmanlı Salnâmelerinde Süryanilerden 1890´lı yıllarda Ermeni Patrikhanesi Defteri´nden ayrı olarak zikredilmeye başladığı görülür.1895 sonrasında patriklere verilen fermanlarda Kadim Süryani Patrikliğinin Deyrulzarafan merkezli Osmanlı Süryani Kadim Kilisesi olarak bağımsız patriklik hâline geldiği belirtilmektedir. Millet sistemi içerisinde yetkilerini kullanmada herhangi bir sorun yaşanmamıştır. Fakat diğer yandan Süryanilere bir "millet statüsü" verildiği konusunda net bir bilgi yoktur. Aynı şekilde Süryanilerin "azınlık olma durumu" da hâlâ tartışılan konulardan biridir. Süryanilerin devletle olan iyi ilişkileri, Osmanlı Devleti, Millî Mücadele ve Lozan´daki tutumu, uysal ve uzlaşmacı yaklaşımı onları diğer milletlerden ayıran en temel etkenlerdir. Buna en güzel örnek, Lozan Anlaşması görüşmelerinde patriklik (dönemin patriği III. İlyas Şakir Efendi), azınlık hakkı talep etmemiştir. Resmiyette azınlık olmamalarının nedeni de budur. Diğer azınlıkların aksine, özellikle patrikliğin, işgalci devletlere karşı duruşu ve halkını da devletin yanında olmaya çağırması, onların farkını ortaya koyan en güzel örneklerdendir. Aynı şekilde, patrik III. İlyas Şakir´in Süryani erkeklerinin Millî Mücadele´ye katılmasını emretmesi bir diğer önemli örnektir. Askerlerin ailelerinden gelen 70-75 kişilik bir grup da Diyarbakır´da bir dikimevi açarak orduya katkıda bulunmuşlardır. Aynı dönem aşiret reisleri ile Keldani ve Süryani rahiplerinin toplanarak Osmanlı´ya bağlılık yemini etmişler ve Meclisi Mebusan´a çektikleri telgrafla bölgedeki bölücü faaliyetleri protesto ettiklerini açıklamışlardır. Tüm bunların yanı sıra Süryaniler, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimlerde de öncü olmuş, devrimleri ilk benimseyen ve uygulayan topluluk olmuşlardır. Bu bağlamda, bu denli sadık ve devletle uyum içinde olan bir millet olan Süryanileri isyana sevk eden, devletin yanındaki tutumunu ayrışmacı tutuma döndüren en önemli unsur Ermenilerin tahrik ve teşvikleri ve hiç şüphesiz 19. yüzyılda ayyuka çıkan misyonerlik faaliyetleridir. Günümüzde de Süryaniler üzerinde misyonerlik faaliyetlerine devam edilmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Misyonerlerin Süryaniler üzerindeki en büyük oyunu, daha önce de değindiğimiz gibi, millî bir kimlik kazandırma gayretiyle Asurî kimliği altında Süryanileri örgütlemeye yönelik çalışmalarıdır. Patrik Efram Barsavm gibi bazı din adamları, karşı çıkarak bunun bir İngiliz oyunu olduğunu ve Süryanilere dinlerini de kaybettireceğini öne sürmüşlerdir. Protestan misyonerlerin faaliyetleri neticesinde ise kendilerine has bazı dinî ritüellerde değişimlere gitmişler, bazı farklılıklar getirmişlerdir. Misyonerlerin Süryaniler üzerindeki ilk faaliyetleri Katolik misyonerler tarafından, 18. yy ortalarından itibaren Halep ve Musul´da başlatılmıştır. Ülkemizde yaşayan Süryanilerin tespit edilen yasadışı faaliyetleri bulunmamasıyla birlikte, özellikle Avrupa´da yaşayan Süryaniler tarafından kurulmuş ve Türkiye´yi hedef alan illegal birçok terör yapılanmaları bulunmaktadır. Bunlardan en çok öne çıkanlar Beth Nahrin Yurtsever Devrimci Örgütü (BYDÖ, kuruluş yılı 2000) ve Asurîstan Kuruluş Partisi (Gabo D´Furqono D´Othur-GFA, kuruluş yılı 1995)´dir. Bu örgütler terör örgütü PKK ile sıkı ilişkiler içinde bulunmuş, hatta zaman zaman eş zamanlı eylemler yapmışlardır.

 Süryani Ayaklanmaları: Birinci Dünya Savaşı´na dek, Süryanilerin devlete yönelik herhangi bir karşı tutum sergilemediğini ve yasa dışı herhangi bir hareketi bulunmadığını daha önce de belirtmiştik.1915 yılına gelindiğinde ise uzun zamandır ülkenin içinde bulunduğu kaos ve kargaşa durumu, işgalci devletlere Osmanlı ülkesindeki milletlerin ayrılıkçı hareketlerini destekleme fırsatını daha da artırmıştır. Bu dönemdeki ayaklanmalardan en kanlısı, en ses getireni ve dış devletler tarafından en yoğun desteği gören Ermeni ayaklanmaları olmuş ve Ermeniler Türk yerleşim merkezlerine karşı giriştikleri saldırılarda savunmasız insanları acımasızca katletmişlerdir. Bu nedenle de Babı Âli bu sorunu çözmek için bölgedeki Ermeni halkı, geri dönülmek üzere, göç ettirme kararı almıştır. Bu tehcir kararı Nasturîleri Anadolu ve Irak´ta ayaklanmaya sevk etmiştir. Eylül 1915´de Nasturilerin bu ayaklanması büyük ölçüde bastırılırken, Başkomutanlık Vekâletine yeni bir ayaklanma haberi gelmiştir; Diyarbakır, Cizre ve Midyat´taki Süryaniler isyan etmiş ve civarlarındaki halkı katletmeye başlamışlardır. İran Müretteb Müfrezesi Komutanı Ömer Naci Bey bu isyanı bastırmakla görevlendirilmiştir. Alınan ilk bilgilere göre isyancıların silah sayısı 4-5 bin kadardır. Ömer Naci Bey bu rakamın abartı olduğunu düşünse de 650 kişilik müfrezesine destek istemiştir. Bu esnada Cizre´nin 50 km yakınındaki Harar köyünde de Ermeniler, Cizre-Diyarbakır telgraf hattını kesmiş, halkı hunharca katle başlamış, Müslüman köyleri acımasızca yakıp yıkmaya başlamışlardır. Bu noktadan sonra, başta ayrı olan bu iki zümre yani Süryani ve Ermeni, zamanla ortak hareket etmeye başlamışlardır. Enver Paşa´nın 28 Ekim 1915 tarihli emrine göre, silâh bırakan isyancılar affedilecek ve böylece tekrar devletin yanına çekilecekti. Fakat bu, isyancılar tarafından rağbet görmedi ve isyancı Süryaniler red cevabı verdi. Ömer Naci Bey ile isyancı kuvvetler arasında büyük bir ölçüsüzlük söz konusu idi. Ömer Naci Bey´in müfrezesi yetersiz kalmış, toplar istenilen etkiyi yaratamamıştı. Ve Türk kuvvetleri bu ilk çatışmada ikisi subay olmak üzere 38 yaralı ve üç şehit vermişlerdir. Tüm bu yaşananlara rağmen hükümet barışçıl yollarda ısrar ederek çözüm üretmeye çalışıyordu. Bunun nedeni ise bölgedeki diğer Hristiyan unsurların da etkilenerek ayaklanmaya katılmalarından çekinilmesidir. Kasım ayına gelindiğinde henüz netice alınamamış, Ömer Naci Bey aldığı emir üzerine Hezak ve civarındaki Süryanilerin teslim olmasını istemiş ve nihayet isyancılar bunu kabul ederek taraflar arasında ilk anlaşmaya varılmıştır. Hezak köyündeki asiler silahlarını teslim etmişlerdir. Ömer Naci Bey buradan sonra Musul´a hareket etmiş ve buradaki isyanı da bastırmış bir şekilde asilerden silahları teslim almaya başlamıştır. İsyan bu şekilde çok daha fazla uzamadan kontrol altına alınmıştır. Tıpkı Ermeniler örneğinde olduğu gibi isyancı zümrenin göç ettirilmesi konusu, 3.Ordu Kumandanı Kâmil Paşa tarafından dile getirilse de, Süryanilerin yeniden devletin yanına çekilmesi için ve de tekrar isyana kalkışmalarından çekinildiği için hükümetçe kabul görmemiştir. O bölgelerde yaşayan diğer Hristiyan halkı karşısına almamak için de kuvvet kullanmaktan kaçınmıştır Osmanlı Devleti ve bu tarihten sonra, yine eskisi gibi devlet Süryanilere karşı çok hoşgörülü davranmıştır. Devlet Süryanileri kendi yanına çekmek için ayaklanmaya katılanlara hiçbir ceza vermemiş, bu hoşgörü karşılıklı olmuş, Süryaniler de tekrar böyle bir ayaklanmaya kalkışmamışlardır. Aksine, daha önce de bahsettiğimiz gibi Millî Mücadele´de aktif şekilde faaliyet göstererek, işgalcilerin karşısında ve devletin yanında olduklarını göstermişlerdir.

Sonuç: Yaklaşık 5500 yıllık bir geçmişe sahip, egemenliğinde bulunduğu hiçbir devletle arasını bozmayarak, günümüze dek varlıklarını sürdüregelen Süryaniler, Türkiye´de özellikle Mardin başta olmak üzere İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep gibi çeşitli illerimizde yaşamaktadırlar. Kökenleri konusunda çeşitli birkaç varsayım olmakla birlikte kabul gören görüş, kökenleri Aramîlere kadar dayandırılmakta ve Kudüs dışında Hristiyanlığı ilk kabul eden topluluk olmuşlardır. Süryaniler, zengin kültürel özelliklerini ikinci plâna atacak denli uzlaşmacı duruşları ile gerek Selçuklu gerekse de Osmanlı Devleti içerisindeki diğer azınlıklar arasında her daim ayrı bir önemi haiz olmuşlardır.