İnsan Ne İle Yaşar?

Ceylan Alkan
Ceylan Alkan
İnsan Ne İle Yaşar?
14-03-2023

 “İnsan ne ise, onu yaşar.”-Lev Nikolayeviç Tolstoy  

 Evvelce okuduğum Tolstoy’un ‘İnsan ne ile yaşar?’ eserini yeniden ele almak nasip oldu. Hastanede sıramı beklerken bu sorunun sorgulanacağı en uygun ortamı yakalamıştım sanırım. Etrafımdaki insanları gözlemlerken bu soru daha bir anlamlı geldi bana. Sahi insan ne ile yaşar?

 Hayatı idame ettiren birçok sebep sıralanabilir; hava, su, gıda bunlardan birkaçı… Bu faktörler bedenimizi ayakta tutmamızı sağlar fakat hayat için bedenin sağlıklı olması yeterli midir? Bir de işin manevi boyutu var. Tolstoy bu eserinde besinini maneviyattan alan altı hikâye ile çıkıyor karşımıza. Hasta için sağlık, öğrenci için başarı, evsiz için yuva, yemeği olmayan için sıcak bir çorba, öksüz için anne, yetim için baba, âşık için mâşuk ne ise beden için de maneviyat odur. İçe döndüğünde ışığını bulamayan insan hayata nasıl tutunabilir? İçinde ne varsa dışına da o sızmaz mı zaten...

 İnsan-ı kâmil odur ki; değerlerin ve inceliklerin peşinden koşar. Öz sevgi ve saygıya sahip olanlar için, bir ilim faaliyeti, bir yardım etkinliği, bir sanat türü ya da bir uğraş, gerekli her türlü ihtimam ve inceliği hak eder. Başkalarının eksikliklerine değil, kişinin kendi yetkinliğiyle meşgul olması asıl mesele. Olumsuzluklardan beslenen bir zihinden ziyade, kişinin kendini gerçekleştirmesi, diğer insanların hayatlarına ‘güzelce’ dokunmasıyla başlıyor.  

 Aslında hayatımız aramakla geçer. Vazgeçmeden arayanlar bulurlar aradıklarını. Bazen de geç kalınır. İşte o an, Hakk’tan habersiz bir yaprak düşmez diyerek teselli bulur insan. Bunun adı kadere rıza, bunun adı yetinmektir elindekiyle. 

 Klasikler arasında yer alan, kitaba adını da veren ‘İnsan ne ile yaşar?’ adlı ilk hikaye ile başlıyor eser. Hak katından kovulan bir melek olan Mihail, üç sorunun cevabını bulmak üzere dünyaya gönderilir ve yolu Semyon ile kesişir. Vaktiyle karısı ve çocuklarıyla bir kulübede yaşayan ayakkabıcı Semyon’un başından çok ilginç olaylar geçmektedir.

 Tanık olduğu olaylara bakarak soruların cevaplarını bulmaya çalışan Mihail’in Hak katına tekrar yükselebilmesinin tek yolu hakikati bulmasıdır. “İnsanda ne var?” sorusu cevabını aradığı soruların ilkidir. Yaratıcısı hatırlatılan bir insandaki değişimde “sevgi” nin ne kadar etkili olduğunu fark eder. Aradığı sorunun cevabı elbette “sevgi” dir.  Bir insana verilmiş en büyük nimettir çünkü sevgi… İkincisi, “insana ne verilmemiştir?” sorusudur. Bir yıl boyunca yıpranmadan giyebileceği bir ayakkabı hayali kuran adamın, akşama varmadan öleceğini bilmiyor oluşuyla; insana, neye ihtiyacı olduğu yetisinin verilmediğini öğrenir Mihail. Üçüncüsü ise, “insan ne ile yaşar?” sorusudur. Anne ve babasını kaybetmiş ikiz bebeklerin hayatta kalamayacağı endişesi ile, hiç çocuğu olmamış bir kadının onları anne şefkatiyle büyütmüş olduğunu görünce insanı yaşatan şeyin  ‘Yaratıcı’ olduğuna kanaat getirir. Ve tüm yaşadıklarının ardından şu cümle ile yeryüzünden ayrılır; “İnsanlar sadece kendi hayatları için kaygılandıkları, kendilerini kolladıkları için yaşar sanırdım. Oysa onları yaşatan tek şey sevgiymiş. Seven insan Tanrı’nın, Tanrı da onun içindedir, çünkü Tanrı sevgidir.”

 “Kıvılcımı Söndürmeyen, Ateşi Zapt Edemez” bölümünde, yıllarca huzur içinde yaşayan komşuların, bir tavuk yumurtası yüzünden başlayan kavgalarının mahkemelere taşınan ve yıllar süren kin, nefrete dönüştüğü olaylar anlatılmakta. Tolstoy hikayesinde, anlamadan dinlemeden öfkeyle kalkıp, zararla oturmanın ne demek olduğunu ispat ediyor adeta. Bu bölümü okurken aklıma Hucurat Süresi’nin altıncı ayeti geldi; “Ey iman edenler, bir fasık size haber getirdiğinde onun aslını araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.”  Şöyle bir kendimize dönüp bakalım, kaç insanı duyduğumuz söylentiler yüzünden kalbimizde infaz etmiyoruz ki... Ölüm sadece ruhun bedenden ayrılması mıdır? Yanlış anlaşılmalara, iftiralara, yalanlara maruz kalmış bir insanın yaşadıkları ölüm gibi acı değil midir? Sanırım İbrahim Tenekeci’nin şu sözleri tam olarak da buraya bırakılacak cinsten; “İşittiklerimizle hareket edeceksek eğer, gözlerimiz niye yaratıldı? Hep akıl yürüteceksek, kalbimiz neden var? Onun için ‘ilim ve irfan’ denilir; aklın ve kalbin uyumu…”

 Eserde yer alan “Mum” adlı hikayede, olay derebeylik zamanlarında geçmekte. Liyakatın önemini bir kez daha anladım bu satırları okurken… Hikayede insanlar iki sınıfta değerlendiriliyor. “Tanrı ve ölüm korkusu olan, insana merhamet etmeyi bilenler ve çamurun içinden çıkmasına rağmen prens gibi davranan, toprak köleleri arasından yükselip amir olanlar…” Kötülük er ya da geç mutlaka sahibini bulur. Çalışanlarına zulmeden bir kâhyanın hazin sonu, ibret olarak gözler önüne serilmekte. Her hikayenin bir kahramanı vardır muhakkak. Bu hikayenin kahramanı da kavganın, nefretin, öç almanın çözüm getirmeyeceğine inanan Mihail Semyoniç’ti kanımca. Kendi gücüne değil de, Yaratan’ın adaletine bırakmak lazım her şeyi. Güler yüzün dahi sadaka olarak kabul edildiğine inanan bizler için iyilik yapmak bu kadar zor olmamalı… Kötülük yapmak daha zordur, çünkü şeytani düşünceler efor ister.

 “Kızlar Büyüklerden Akıllıymış” hikayesinde de aynı ana fikir var. Çocukları kavga eden iki ailenin birbirine düşerken, çocukların çoktan barışıp oyun oynadığını görüyoruz. Bazen çocuklar ebeveynlerinden daha makul davranabiliyor. 

 Eserin beşinci bölümünde yer alan “İnsana Çok Toprak Gerekir mi?” hikayesinde, insanı düşünmeye sevk eden bir olay örgüsü mevcut. İnsanın gözünü bir avuç toprak doyururmuş gerçekten. Hırsın, tamahın esiri olan Pahom, kazanmaya çalıştığı toprağın ona mezar olacağını nereden bilecekti ki… İrade bir noktada kişinin nefsani isteklerini durdurma vazifesi görürr. İnsan bunu görmezse şayet, bitmek tükenmek bilmeyen istekler arasında hep daha fazlasına sahip olmayı arzu eder. Bunun mümkün olmaması halinde, ortada buhranlı bir hayat kalır. 

 Son bölüm olan “İlyas” hikayesinde ise, Urfa’da yaşayan hem zenginliği hem de yokluğu gören İlyas dede ve karısının hayatı anlatılır. Fakirlikte buldukları huzura paha biçemediklerini ve iki yaşam arasındaki farkı şu cümlelerle ifade ederler; “Zenginken bir saat bile huzurumuz yoktu; ne konuşabiliyor, ne ruhlarımızı düşünebiliyor, ne de dua edebiliyorduk. Bir sürü meşgalemiz vardı! Misafirler gelir, onları nasıl ağırlayacağımızı, bizi ayıplamasınlar diyerek ne ikramda bulunacağımızı düşünürdük. Misafirler gider bu sefer de hizmetçileri kollamamız gerekirdi; onların tek derdi işten kaytarmak, bizimki de mallarımızı onlardan korumaktı. Günaha giriyorduk yani. Kurt taylara, danalara dadanmasın, hırsızlar atlarımızı çalmasın diye didinirdik. Yatağa girer, ama koyunlar kuzuları ezecek korkusuyla uyuyamazsın; gecenin bir vakti kalkıp koyunları kontrol etmeden rahat edemezsin. Sonra yine telaş başlar. Kış için nereden yem bulmalı diye dolanırsın. Bunlar yetmezmiş gibi hep çatışır, günaha girerdik. İşte bunca kaygı arasında yaşadık, bir sürü günaha girdik. Şimdi ise, kaygılanacak bir şeyimiz yok. Tek işimiz efendiye hizmet etmek. Ruhumuz üzerine düşünecek, dua edecek vaktimiz var. Elli yıldır aradığımız mutluluğu bulduk.”    

 1828’de doğup 1910’da vefat eden Rus yazar Lev N. Tolstoy’un bu eserinde yer alan altı hikayenin de ana unsuru ‘zan’ kavramıdır bana göre. Tabi bu fiilin yanına ‘sevgi’ ve ‘nefret’i de iliştirebiliriz. İnsanda; sevgi olursa ‘hüsnüzan’, nefret olursa ‘suizan’ hisleri gelişir. Bu ikisi arasında siyahla beyaz,  gece ile gündüz, yaz ile kış kadar bariz fark var. Haliyle kalpte vuku bulan bu hisler duyularımıza yansır. Gönül penceremiz temizse, her şeyi net ve sağlıklı görebiliriz. Fakat bulanık bir perspektife sahipsek, şüpheler üzerinden insanları yargılar ve yanlış kararlar verebiliriz. Bir yangının fitilini nefretle ateşlemek ya da bir yangını sevgiyle söndürmek, tercih insanın…

 İnsan Ne İle Yaşar/L.N.Tolstoy/Kültür Yayınları/96 sayfa

ÖNCEKİ YAZILARI