TEKNOLOJİ

YAZAR TEKİN ÇİFÇİ İLE RÖPORTAJ

Yazar Tekin Çiftçi “yazarın okura ve zamana yenilmesi an meselesidir.”

YAZAR TEKİN ÇİFÇİ İLE RÖPORTAJ
16-11-2021 17:07
16-11-2021 17:18
MARDİN

Her yazarın gerçeği söyleme ve tarihe not düşme yükümlülüğü vardır.” diyen Yazar Tekin ÇİFÇİ, insanların sanatsal meşgalelere ilgisizliğini, “Toplumun ekonomik sorunları -en kaba deyimiyle karnını doyurma derdi- arttıkça, sanata ayırdığı vaktin de, nakdin de azaldığı inkâr edilemez.” olarak izah ediyor. Kendisini (yazdığı kitapları) okuyacak okurlara da, ‘Kürt kadınını ve Kürt folklorunu merak ettikleri için okusunlar.” mesajını veriyor. Tekin ÇİFÇİ ile yazarlık serüveni, kitapları ve hayata dair bir röportaj gerçekleştirdik. İyi okumalar...

Hazırlayan: Metin Aydın - [email protected]

-Yazar Tekin ÇİFÇİ kimdir?

Her ne kadar kafa kâğıdında 1977 yazsa da geriye doğru yapılan hesaplamalarda, 1976 yılının muhtemelen sonbaharın bir deminde, annemin deyişiyle, “fasulye toplama zamanında” Adıyaman merkeze bağlı Narince köyünde doğmuş bir vatandaş. Altı yaşından itibaren uzun mesafe yürümeye dayalı bir eğitim yolculuğu ve sonrasında yirmi yılı aşkın bir süredir devam eden bir öğren/öğret/menlik hayatı.

-Yazarlık serüvenin nasıl başladı? Siyasetin neredeyse bir kader gibi yaşandığı bir coğrafyada yazma (edebiyata bulaşma!) gerekçen neydi?

Öncelikle kendimi bir yazar olarak tanımlamadığımı belirtmek isterim. Ama ille de bir sıfat almam gerekiyorsa, meramını yazarak anlatmaya çalışan bir çırak denilebilir. Yazma deneyimim üniversite yıllarına dayanıyor. Kürtçe üzerindeki yasak kapılarının aralandığı yıllarda-muhtemelen bir ontolojik tutum olarak- usta yazar Mehmet Uzun’un telkinleriyle başladı diyebilirim. Mehmet Uzun, “İsterseniz bana küfredin ama Kürtçe edin.”demişti... Bu sözün etkisiyle, ne trajikomik bir durumdur ki Kürtçe okuma ve hatta Adıyaman’da konuşulan yerel Kürtçe ağzından kurtulup ortalama bir Kürtçe (Kurmanci lehçesinden) konuşma çabamla beraber yazma merakı da başladı. Kürtçe okuma yazma merakımın başladığı o günden yaklaşık altı yıl sonra, cahil cesareti dedikleri bu olsa gerek, İstanbul’da yayın hayatına başlayan Pîne Dergisi’ne (1999) göndermiş olduğum birkaç satırı geçmeyen mizahi bir çabanın yayınlanmış olmasıbana cesaret verdi ve bugünlere kadar geldik. Ben yazma eylemi ile “doğru siyaset”i birbirinden ayrı birer olgu olarak görmüyorum. Her ikisi de bir derdi anlatma veya bir derde tercüman olup mümkünse deva olma/bulma gayesiyle yapılıyor. Bu anlamda benim de bir derdim var ve onu kalemim döndükçe anlatmaya gayret ediyorum. Ve yaşadığımız coğrafyada herkesin özellikle de her Kürt annesinin yazılmaya, oynanmaya, okunmaya değer bir yaşantısı olduğuna inanıyorum. Zamanın vicdanı ve merhameti yoktur ve yazılmayan, oynanmayan, çizilmeyen veya kayıt altına alınmayan her gerçek –hatta her hayal- bir süre sonra kaybolmaya mahkûmdur. Öyleyse her yazar gibi benim de gerçeği söyleme ve tarihe not düşme yükümlülüğüm vardır, diye düşünüyorum. Tanık olduğum hayat ve vicdanım beni buna zorladı. Yanı başımızda, hayatın her anında korkunç olaylar yaşanırken susamazdım. Bir çeşit siyaset yani, biraz daha masum ve biraz daha estetik. Gençlik yıllarımda yukarıda andığım Mehmet Uzun’un tavsiyelerinden sonra, yazar Suzan Samancı’dan ayaküstü duyduğum bir söz yazma serüvenimin başlangıcı oldu sanırım. “Lisedeyken herkes şiir yazar ama liseden sonra da yazmaya devam edersen şair olursun.”demişti.

-Seni etkileyen yazarlar kimlerdi ve edebiyatın nereden besleniyor?

Bu soruyu birkaç isim vererek cevaplamak yanıltıcı olacaktır. Benim yolculuğum tesadüfler zinciri sayılır. 1980’li yılların sonlarında her gün çoğu dersin öğretmen yetersizliğinden boş geçtiği bir ortaokula, beş kilometrelik bir yolu yürüyerek gidip gelme zorunluluğu bizi okulun kütüphanesine mahkûm etti. Rus yazarlar başta olmak üzere dünya klasikleriyle tanışıp bol bol vakit geçirme şerefine nail olduk orada. Üniversite yıllarında, şansım bana yardım etti ve Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesinin bahçesinde -ki bu fakülte yakın bir zamana kadar Şehitlik semtindeki binasında faaldi- yer alan kütüphanede Yunan filozofları ve diğer felsefecilerle güzel günler geçirdim. Sonra Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Murathan Mungan, Nazım Hikmet… Kitap okumak için fazlasıyla zamanı olan ve okumaktan başka çaresi olmayan bir öğrenci için nebüyük bir nimet, öyle değil mi? Bu saydıklarım Mehmet Uzun’dan öncesine tekabül ediyor. Mehmet Uzun’un Diyarbakır’a gelmesi ve asla unutamadığım o mahşeri imza gününden sonra –ki bu kalabalık muhtemelen ilk defa Kürtçe eser alıp yazarına imzalatıyordu- Kürtçe yazan yazarlar önceliğim oldu. Aklıma geldikçe kendi halime gülüyorum... Uzun yıllar boyunca herhangi bir tasnif veya sınırlamaya gitmeden sadece Kürtçe eserleri okudum. Nereden “beslendiğim” sorusuna bir cevap vermem gerekirse, Mehmet Uzun, Celadet Ali Bedirxan, Heciyê Cindî, Erebê Şemo, Osman Sebrî, Bextiyar Elî aklıma ilk gelen isimlerden. 2000’li yıllardan sonra Hesenê Metê, Îrfan Amîda, Ronî War, Rênas Jîyan, Firat Cewerî ve daha birçok isim sayabilirim. Her birinin farklı bir izi vardır yazarlık yolculuğumda. Ama henüz tam olarak beslenemediğimi de itiraf ediyorum. Sebebi de benim.

-Nûbihar Yayınları’ndan çıkan Zeviya Ramûsanê (Öpücük Tarlası) ve Kilam û Jin (Şarkılar ve Kadın/lar) adlı eserlerinde öne çıkan konular nelerdir?

Her biri ayrı bir kulvardaolsa da kadın temasına odaklanmış olmaları ortak nokta sayılır. Kilam û Jin, sırtını 2010-2012 yılları arasında Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsünde yapmış olduğum yüksek lisans tezime yaslıyor. Bilimsel bir teşebbüs... Bu çalışmada, Kürt kadının sosyal hayattaki rolünü ve statüsünü dengbêjlerin aşk kilamları üzerinden okumaya çalıştım. Bizim zaman zaman görünmez kılmaya çalıştığımız daha doğrusu görmezden geldiğimiz kadınların aslında hayatın her anında var olduğunu, hayatın onlar sayesinde ete ve kemiğe büründüğünü; sanat dediğimiz olgunun -bu eserde müzik özelinde- kadınlar tarafından şekillendirildiğini veya kadınlar etrafında estetik bir hal aldığını örnekleriyle beraber ortaya koymaya gayret ettim. Zeviya Ramûsanê (Öpücük Tarlası),çoğunluğu daha önce çeşitli dergilerde yayınlanmış olan 18 kısa öykünün bir araya getirilmesiyle ortaya çıktı. Hemen hemen bütün hikâyelerimde kadınkahramanlar ön planda. Kadınları, anlamaya ve eğer başarabilirsem anlatmaya yönelik bir çabanın ürünü oldu Zeviya Ramûsanê. Bu kitaptaki bütün kadınlar okura tanıdık gelecektir. Çünkü bu kitaptaki bütün kadınlar bir şekilde mağdurdur: Geleneklerin acımasız kurallarınatakılanlar, istismara uğrayanlar, kuma olanlar, erkeklerin insafına bırakılanlar, dul kalanlar, egemen siyasetin kurbanı olanlar vs. vs… Özetle, bu iki eser aynı konuya iki farklı perspektiften odaklanıyor.

-Kürt folkloru üzerine yaptığın çalışmalarında kadın dengbêjlerin (ozanların) rolü baskın bir şekilde öne çıkmakta... Dengbêjlik ve özellikle kadın dengbêjler konusuna akademik düzeyde eğilmenin sebebi neydi?

Bana mı tuhaf geliyor yoksa gerçekten mi tuhaf bir durum bilemiyorum? İlk gençlik yıllarımda ders çalışırken ya TRT Radyo’dan klasik müzik dinlerdim ya da üzerinde dönemin ünlü ya da ünsüz arabesk müzik sanatçılarının adı bulunan kasetlere çekilmiş dengbêjleri dinlerdim. Mesela, Fatma İsa’nın “Miho” adlı kilamını, üzerinden geçen onlarca yıla rağmen, dinlemeye devam ediyorum. Dinledikçe de kadının “ama”sız ve “fakat”sız nasıl sevebileceğini daha iyi anlıyorum. Öte yandan ortada çırılçıplak yatan bir gerçek var ki benim doğduğum ve yaşadığım topraklarda kadınlar, toprağa verdikleri yakınlarının ardından ağıtlar yakıyordu. Bu nedenle, dengbêj kasetlerini dinledikçe bu şarkıların kadınlar tarafından yas törenleri sırasında yakılan ağıtlar olduğunu sezer, üzülürdüm.“Her ölüm, erken ölümdür” hesabı yani. Zamanla bu kilamların dengbêjlerin dilinde daha estetik bir esere dönüşmesi, bir taraftan acıyı “katlanılır” kılarken diğer taraftan haz vermeye başladı sanırım. Yakılan her ağıt, vakitsiz bir gidişten geriye kalan mirastır. Ve ben bu mirasa sahip çıkmak istiyordum. İşte böyle bir atmosferde büyüdüğüm için2010 yılının yaz aylarında kendi anadilimde akademik bir eğitim sürecine dâhil olabilme olanağı bulduğumda hiç düşünmeden bu konuya eğilme ihtiyacı hissettim. Bu tercihi yaparken Kürtlerdeki dengbêjlik geleneğinin zamanın, politikaların ve teknolojinin etkisiyle hızla yok olma tehlikesini de göz önünde bulundurduğumu özellikle belirtmeliyim. Ayşe Şan’ın hüzün dolu kilamlarını dinlediğimde halen tüylerim diken diken olur ama dinlemekten de geri duramam. Birçok kültürde var olduğunu bildiğim yas törenlerinde kadınların ağıt yakma geleneği benim ruh dünyamda önemli izler bırakmış sanırım.

-Kitaplarınla ilgili okur ve yazarlardan nasıl tepkiler aldın?

Okur-yazar ilişkisi başlı başına bir tartışma konusu… Yazmış olduğumuz bir metin yayınlandıktan sonra el değiştiriyor. Yani kendi metnimiz üzerindeki tasarruflarımız el değiştirerek okurun eline geçiyor. Söz konusu metinlerin Kürtçe olması okur sayısında ciddi sınırlılıklar getiriyor elbette. Türkiye’de Kürtçe eserlere olan ilginin artması/azalması, siyaset ve iktidar odaklarının yaklaşımıyla doğrudan ilişkilidir. Siyasal iklimin “yumuşak”olduğu dönemlerde Kürtçe yayıncılıkta bir patlama yaşandığına tanık olduk. Bu durum nicelik bakımından okurlara da yansıyor. Kilam û Jin adlı kitabımın -akademik bir çalışma olmasına rağmen- üç yıl içinde (2014-2017) iki kez basılmış olması bu durumla ilişkilendirilebilir. Sonra iklim değişince birçok yayınevi “ölü taklidi” yapmaya başladı. Kürtçe yayın yapan dergiler kapandı/kapatıldı/kapatılmak zorunda bırakıldı. Neyse ki, bütün sıkıntılara rağmen “vazgeçmeyenler” sayesinde Kürtçe okur/yazarlık devam ediyor. Bir okur olarak şunu gözlemlediğimi açıkça ifade edebilirim. Kürtçe okurlar üçe ayrılıyor: Birinci grup okurlar, tamamen politik bir tutum olarak, ellerine geçen her türlü Kürtçe eseri –hepsini okuyamayacaklarını bilmelerine rağmen- satın almaya ve okumaya çalışanlardan müteşekkil. Bu tip okurların bir kısmı aynı zamanda yazarlık girişimi içinde de bulunuyorlar. İkinci tip okurlar, 2010 yılı sonrasında Kürtçenin belli bir yasal statüye kavuşmasına bağlı olarak bu işten ekonomik-akademik bir getiri elde etmeyi planlayan “geçici” okurlardan oluşuyor. Laf aramızda, bu aralar sayıları epey azalmış durumda. Son sıradaki okur kitlesi ise yazar/okur kitlesidir -ki en sadık kitledir diyebilirim- belli bir olgunluk ve bilince ulaşmış, ne okuyacağını ve niçin okuyacağını bilerek hareket eden okurlardır. Bu son gruptaki okur kitlesi aynı zamanda eleştirel okur/yazar kitlesidir. Aldığım tepkilerden hareketle, Kilam û Jin adlı kitabımın okurları çalışmayı fazla “akademik” bulduklarını söyleyebilirim. Bu durumun sebebi -muhtemelen- okur kitlesinin birinci grupta yer alması ile ilgilidir. Zeviya Ramûsanê okuyucuları, hikâyelerin dili ve ele alınan temalarla ilgili olumlu tepkiler veriyor. Bazı okurlar, hikâyelerin kısa tutulduğuna dair olumsuz tepkileri de dile getiriyorlar.

-Daha geniş ve farklı bir okur kitlesine ulaşmak adına ne/ler yapmalı? Yazdıklarını okumasını arzuladığın bir okur prototipin var mı?

Eserin daha geniş ve daha farklı kitlere ulaşması meselesi yazar ile doğrudan ilişkili bir durum olmasa gerek. Elbette her yazar, daha geniş kitlelere ulaşmak ve daha fazla okunmak ister. Bu da, okurun, bir şekilde yeni çıkan eserlerden haberdar olmasıyla mümkündür. Sonra, eseri okuyucuyla buluşturmak ticari bir çaba gerektiriyor ve bu da yayınevlerinin sorumluluğundadır. Sosyal medya, yazılı ve görsel medya olanaklarının kullanılması; fuar, imza, söyleşi vb. etkinlikler işe yarayabilir. Öte yandan, yazarın kendi eserini “pazarlaması” durumuna henüz alışamadık ama böyle bir çabaya ihtiyaç var sanırım. Türkiye’de Kürtçe yazan yazarların bu işten maddi bir gelir elde ettiklerini düşünmüyorum. En azından ben öyleyim. Kitap yazarak para kazanmak için popüler bir siyasetçi olmak belki işe yarayabilir! Her iki durum da (“yazar” olmak ya da “siyasetçi/yazar” olmak)metni doğrudan ilgilendirmiyor. Metnin değeri ancak okunduktan sonra anlaşılabilir. Bunun için eserin okuyucuyla buluşmasına fırsat vermek gerekir. Kürtçe söz konusu olduğunda okurun sürekliliği ve okur sayısının düzenli artışının Kürtçenin eğitim dili olması ile gerçekleşebileceğine inanıyorum. O halde yapılması gereken “derdimizi” güzel yazmak ve mümkün olan en uzak köşelerdeki okurların bile duyabileceği şekilde “bağırmak” tır. Ama eğer metin “kötü” ise hiçbir çaba sonuç vermeyecektir. Yazarın okura ve zamana yenilmesi an meselesidir.

 

-Kendi edebiyatını nasıl değerlendiriyorsun? Ve kitaplarını yeni okuyacaklara neler söylemek istersin?

Benimkisi edebiyattan ziyade, edebi bir çaba olarak nitelendirilebilir. Hikâye yazarken gerçeklerden kopmamaya dikkat ediyorum. Çünkü her hikâye aynı zamanda bir gerçeğe tercümanlık yapıyor. Son on yılda zamanımın tamamını akademik çalışmalara ayırdığım için yenihikâyeler yazamasam dayazmış olduğum makale ve kitap bölümlerinde kuru ve duygusuz bir akademik dil yerine edebi ve aynı zamanda akıcıbir dil kullanmaya özen gösterdiğimi düşünüyorum. Benim edebi ve akademik çabamın merkezinde insan var. Cinsiyet olarak da kadın, Kürt kadını var. Kadın yaşamın her alanında etkilidir. Mesela, Kürt halk hekimliği üzerine yapmış olduğum saha çalışması, Kürt kadınlarının kültürel aktarımın yanında geleneksel halk tıbbının uygulanması ve gelecek nesillere aktarılmasındaki rolünü ortaya koydu. Biz erkekler, kadınlara çok şey borçluyuz. Bir erkek olarak, ataerkil toplum yapısınınkadına verdiği on bin yıllık hasardan -payıma düşeni telafi edebilmek için böyle bir çabayı sürdürmem gerekecek. Okurlara tavsiyem, Tekin Çifçi’nin eserlerini sadece Kürt kadınını ve Kürt folklorunu merak ettikleri için okusunlar. En azından şimdilik… Eğer okur, eline aldığı bir kitabımı ve makalemi sonuna kadar okuyabilirse iyi bir iş çıkardığımı düşüneceğim.  Bitiremezse, değerli zamanlarını çaldığım için ona bir özür borcum var, demektir.

-Çok dilli bir yazar olmanın yazım sürecine nasıl bir faydası oldu?

Çok dilli yazardan kasıt, birden fazla dilde eser vermek ise yazar sıfatı yerine araştırmacı sıfatını tercih ederim. Her eseri yazılmış olduğu dilde okumak muhteşem bir şey olurdu herhalde. Bu anlamda, birden fazla dil (Kürtçe, Türkçe ve okuduğunu anlayacak kadar İngilizce) biliyor olmayı bir marifet saymıyorum. Dil konusunda, Kürt yazarların hem avantajları hem de dezavantajları her zaman onların yakasındadır. Kürtlerin yaşadıkları bütün coğrafyalarda aynı handikap yaşanır. Her Kürt önce ana dili olan Kürtçeyi öğrenir, sonra okul yıllarında egemen dil ile tanışır. Bu süreçte ana dili büyük oranda duraklar veya geriler. Belli bir bilinç düzeyine vardıktan sonra ana diline geri döner ve oradan yazmaya başlar. Hatta bir kısım Kürt yazarlar kendi ana dilinde hiç eser vermemiştir ya da egemen dil veya dillerde birkaç eser yazdıktan sonra kendi anadilinde yazmaya başlamıştır. Ben öyle başlamadım ama aynı anda iki dille yaşıyor olmanın bazı olumsuzizdüşümlerini eserlerimde fark ettiğim oluyor. Konuştuğu dilin bilincinde olan herkes bu etkiyi fark etmiştir sanırım. Öte yandan, “çok dilli” olmanın getirdiği avantajlar yazara daha geniş bir perspektif sunuyor. Bir dilin inceliklerini, iletişim dünyasını, insan yaşamı üzerinde yarattığı algının farkında olmak çoğu zaman edebiyatın sınırlarını daha iyi keşfetme olanağı veriyor. Dönüp hikâyelerimi tekrar okuduğumda Sabahattin Ali’yi ya da Yaşar Kemal’i hatırlıyorsam bu yazarların etkisinde kaldığıma delalet eder. Bazen kısa aralıklarla Kürtçe ve Türkçe makale yazma zorunluluğum doğuyor. Böyle anlarda geçici bir süreliğine zihinsel bir bulanıklık yaşıyorum. Yanı başımdaki bir sözcüğü çok uzaklarda aradığım oluyor. Böyle anlarda kendimi hiç sevmiyorum. Akabinde, diğer dili kendi mecrasında bırakıp bana lazım olana odaklanıyorum. Diğer taraftan, darda kaldığımda bir anda, bildiğim diğer dilin yardımıma hazır olduğunu bilmek bana huzur ve güven veriyor. Özcesi, lazım olduğunda işime yarayan her dil çok kıymetlidir. Ve ne yazık ki çok az dil biliyorum.

-Kürtçe ve Türkçe edebiyat nasıl bir seyir izliyor baktığın yerden? Bu iki dilde kalemini özellikle takip ettiğin isimler var mı?

Kürtçe okumaya ve fırsat buldukça da yazmaya gayret eden bir yazar olarak, Kürtçe edebiyatı takip etmenin çok zor olduğunu görüyor ve yaşıyorum. Bunun birçok sebebi var elbette... Yayın ve tanıtım olanakları, lehçe ve alfabe farklılıkları vs. vs… Geçmişe oranla hızlı bir ilerleme söz konusu ama Cervantes’in Don Kişot’u 1605 yılında yazdığını veya Dostoyevski’nin İnsancıklar’ı 1846’da yazdığını göz önüne aldığımızda Kürtçe edebiyat alanında daha gidecek çok yolumuz olduğu açıkça görülüyor. Türk edebiyatının seyri, devlet ve egemen olmanın avantajlarına da dayanarak, bence daha ileride. Orhan Kemal, Melih Cevdet Anday, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Oğuz Atay vb. yüzlerce yazar 20. yüzyıl Türk edebiyat tarihine not düşmüştür. 21. yüzyılda bildiğim kadarıyla Nobel Edebiyat Ödülü alan bir Kürt yazar yok. Ama Orhan Pamuk’un bu ödülü aldığını biliyoruz. Türk edebiyatının ivme kazanmasında Türkçe yazan Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Yılmaz Odabaşı gibi Kürt yazar ve şairlerinin katkıları da yadsınamaz elbette. Kürtçe alanında folklor derlemeleri ve araştırmaları yapan herkesi takip etmeye çalışıyorum. Hikâye alanında Bextiyar Elî, Hesenê Metê, Helîm Yûsiv, Ronî War’ı takip etmeye çalışıyorum.Her birinin kendine has bir üslubu ve kurgusu var. Türkçe yazan Kürt yazarları bu listenin dışında tuttuğumu da dipnot olarak buraya düşmek isterim. Kürtçe ve Türkçe yazın alanında yeni yazarları keşfetmeyi çok arzuluyorum. Bu nedenle, eserlerini okumadığım her yazara karşı kendimi mahcup hissediyorum.

-Takip listenin dışında tuttuğunu “dipnot” olarak belirttiğin aynı durumdaki mebzul miktardaki kesimi; “Türkçe yazan Kürt yazarları” ne yapmalı? Bu sert dipnotunu açacak şekilde bir anekdot düşebilir misin?

Bunu özellikle dipnot olarak düşmem, sen de dâhil olmak üzere, yapılan edebiyatı veya edebi gayreti küçümsediğim şeklinde algılanırsa üzülürüm. Zira ben de arada bir ihtiyaca binaen Türkçe yazıyorum. Edebiyat eleştirmeni hiç değilim… Ortaya çıkan eserler -tümü olmasa da- elbette okunmaya değer. Bu anlamda, imkânlar dâhilinde onlara da zaman ayırmaya gayret ediyorum. Hatta okunmaya değer bulmadığım eserlerin basılmış olması bile beni rahatsız etmiyor. Nihayetinde hepsinde büyük bir emek var ve ben emeğe saygı duyuyorum. Öte yandan, elbette yazarın hangi dilde yazması gerektiğine bir okuyucu olarak ben karar veremem. Yazarın kendi iradesidir ve saygı duyarım. Ne mutlu, meramını iki dilde anlatabilene… Benimkisi apaçık duygusal kokan. Naçizane bir fikir beyanı sadece. Uzun yıllardır -en azından Türkiye’de, en uzak köşede, öksüz bir çocuk gibi kendi çabasıyla ayakta durmaya çalışan bir Kürtçenin yanında kükreyen bir egemen dilleuzun yıllar haşır neşir olan “Kürt kökenli yazar”ınmeramını anlatmada Türkçeyi tercih etmesi, bir yere kadar anlaşılırdır. Lakin söz konusu olan yazarın beslendiği dil Kürtçe, ele aldığı tema ve sosyoloji Kürtler olunca–bazen- elimdeki eseri, anadilinde bildiğim, okuduğum veya dinlediğim bir hikâyenin kötü bir tercümesi/çevirisi olarak algılıyorum. Bu algı, tamamen kişisel bir yanılgının ürünü de olabilir. Hele eserin yazarı yakından tanıdığım ve Kürtçesine çok güvendiğim biri ise, sitem babında, içime bir kurt düşüyor. Neden Kürtçe yazmıyor, Türk edebiyatının bu esere ihtiyacı var mı, diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi. Sonra aynı soruları kendime yöneltiyorum. Bu anlamda itiraf ediyorum, “Kürt kökenli Türk (çe) yazar” olmak hoşuma gitmiyor. Olaya tersten bakarsak, acaba “Kürtçe yazan Türk yazar”ın eserlerini okuma şansımız olsaydı duygu dünyamızda nasıl bir değişim olurdu? Sorunuzun ilk kısmına geri dönersem, Türkçe yazan Kürt yazarları bir şey yapmak, illa bir kefeye koymak gerekmiyor. Nitekim Kürt olmasına rağmen yazmış oldukları Türkçe eserlerle dünyada ün salmış çok sayıda yazar var. Bu cenahtan bazı yazarların son yıllarda –hangi niyetle olursa olsun- kendi anadillerinde yani Kürtçe eserler vermeye başladığını görüyor ve kendi payıma mutlu oluyorum.Belki “en uygun zaman”ı beklemişlerdir. Ayrıca 20. yüzyılın başında Sovyetler Birliği’ne göç etmek zorunda bırakılan Êzidi Kürtlerin Kürtçe dışında Rusça ve/veya Ermenice yazmış oldukları çok kıymetli eserler var. Bin dokuz yüz yetmişli yıllardan sonra farklı saiklerle Avrupa’ya göç eden azımsanmayacak derecede aydının yerleşmiş oldukları ülkelerin dilinde yazmış oldukları eserleri de göz ardı etmemek gerekir. Doğru olan tutum, her yazarın ve her eserin kendi özgül koşulları içinde değerlendirilmesidir. Hangi yazarın iyi bir eser ortaya koyduğunu belirleyecek olan asıl ölçüt isebence “zaman” mefhumudur. Mesela, Goethe’nin Faust’u yazıldıktan iki yüz otuz yıl sonra bile dünyanın bütün dillerine çevrilip okunuyorsa bu, onun iyi yazar olduğunu gösterir.

-Yazar kimliğinin yanında bir eğitimcisin ayrıca… Öğrencilere yönelik nasıl bir “sanat eğitimi” olmalıdır?

Kendimi bildim bileli Türkiye’deki eğitim sistemi tartışılagelmektedir. Bu camiada, belirlenen politikaların uygulayıcısı olarak fikrimizin geçer akçe olduğu pek söylenemez. Ancak umut vadeden bazı girişimler de olmuyor değil. Örneğin, son yıllarda birçok il ve ilçe merkezinde açılan Bilim ve Sanat Eğitim Merkezlerinin (BİLSEM) ne kadar katkı sağlayacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Sanatın gelişmesi öncelikle düşünce özgürlüğüne bağlıdır. Özgürce düşünemeyen ve düşüncesini özgürce ifade edemeyen bireylerin sanatsal becerilerinin ortaya çıkması ve gelişmesi beklenemez. Öte yandan, toplumun ekonomik sorunları -en kaba deyimiyle, karnını doyurma derdi- arttıkça, sanata ayırdığı vaktin de, nakdin de azaldığı inkâr edilemez. Sanat peşinde koşmak için ya idealist olmak gerekir ya da zengin. Elbette sanatı önceleyip bir sürü ekonomik sorunla mücadele eden kişiler de var ancak pandemi döneminde işsiz kaldığı ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayamadığı için intihar eden sanatçıların sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Kaldı ki, bir kişi bile olsa durumun vahametini anlamak için yetmez mi? Burada sanatın yüksek değerlerinden dem vurmak karnı tok, sırtı pek olanlar için kolaydır. Sinema, müzik gibi bazı sanat dallarında popülerleşmiş küçük bir zümrenin dışında kaç kişi gelecekle ilgili herhangi bir kaygı gütmeden sanatını icra edebiliyor? Acaba, kaç kişi geçimini sağlamak için sanatı dışında başka bir işte çalışmak zorunda kalmıyor? Sorunu öğrenciler açısından ele alırsak, kaç tane aile geçim kaygısı gütmeden çocuğunun sanata yönelmesi için sınırsız veya yeteri kadar destek veriyor, hiç olmazsa rahat bırakıyor? Devlet kurumları sanatı ve sanatçıyı desteklemek için hangi çabanın içerisinde? Okuduğumuz klasikler doğruysa -ki eminim öyledir- Rusya’da bundan iki yüz yıl önce sanatçılar, sanatsever insanların ev sahipliğinde toplanıp uzun saatler boyunca sanat sohbetleri yaparmış. Arap ülkelerinde, bundan bin yıl önce, şiir geceleri düzenlenir; şairler eserlerini buralarda halka okur/söylermiş. Osmanlı Devleti zamanında kitap yazan yazarlar devlet erkânından aldıkları “kayda değer” hediyelerin yanında bazı özel haklar edinir ve himaye edilirmiş. Elbette yazarın kalemindeki mürekkep beyaz kâğıda özgürce akmalı, heykeltıraş çekicini özgürce savurmalı, ozan derdini tellere dökmeli. Ben emir-komuta zincirine dâhil olmaktan bahsetmiyorum ama 2021 yılında, ülkemizde sanata değer veren ve sanatçılara destek olan kaç kişi var acaba? Öyleyse, durum pek parlak olmasa da, öğretmene düşen nedir? Bu soruya verilecek cevap Sofi’nin Dünyası’nda geçen bir ifadeyle, “satır aralarından kaçma”girişimleri ile mümkün olabilir. Öğrenciyi müfredata boğmak ya da zorla müfredat içinde tutmaya çalışmak yerine ondaki cevheri ve yeteneği açığa çıkaracak özgür düşünce ve yaratım olanakları yaratacak, velileri ikna edebilecek cesur öğretmenlere ihtiyacımız var. Bu anlamda, “Her şeye rağmen…” ile başlayacak her türlü çaba sanat eğitimi için kıymetlidir.

-Pandemi felaketiyle giderek çekilmez hal alan dünyamızı bir yazar olarak nasıl okuyorsun? Sence insanlık nereye gidiyor?

Geçmişe yönelik yaptığım okumalar, kırk yılı aşkın hayat tecrübem ve edindiğim gözlemler, insanoğlunun doğadaki en dayanıklı ve bu anlamda “en arsız” varlık olduğudur! Bir defa “unutma” ve “unutturma” konusunda acayip bir yeteneğe sahip... İkinci olarak, her koşul altında yaşamını idame ettirebilme ve yeni koşullara uyum sağlayabilme kapasitesine sahip bir varlık. Yukarıda andığım temel özellikler sanatı da mutlaka etkilemiş ve etkileyecektir. Covıd-19 pandemisi geçici bir bunalım ve uyumsuzluk süreci yaratsa da insanlık kendi mecrasında ilerlemeye(!) devam edecektir. Ta ki doğa, kendisine karşı “saygısız, insafsız ve doymak bilmeyen” bir tutum içinde olan insanoğlunun yaptıklarını misliye geri ödetene kadar. Endişem odur ki ileride başımıza gelecek olan felaketlerden geriye kalan insanlar -eğer kalan olursa- yine “unutacak”, “unutturacak” ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edecektir.

-Yazı mutfağında yoğunlaştığın çalışmalarınla birlikte ileriye dönük projelerin nelerdir?

Uzun süredir üzerinde yoğunlaştığım iki çalışma nihayet okuyucularla buluşmak için gün sayıyor. Biri, Kürtlerde halk hekimliği uygulamalarını konu edinen doktora tez çalışmamın bir devamı olarak Dermanên Kurmancî. Bu kitap Nûbihar Yayınları aracılığıyla okurlarla buluşacak. Diğeri ise fotoğraf sanatçısı kardeşim Yalçın Çifçi ve Adıyaman Gençlik ve Spor İl Müdürü Fikret Keleş’ile beraber ortak proje olarak hazırlamış olduğumuz foto-öykü tadındaki “Başımdaki Dünya.” Bu iki çalışmayı saymazsak, şu aralar filmi başa sarmaya çalışıyorum. En başa…. Akademik çalışmaları ve sanatsal üretimi bir kenara bırakıp elimden geldikçe okumaya çalışıyorum. Okumam gereken “bir dünya”kitap beni bekliyor. Günü geldiğinde ve kendimi iyi hissedersem, uzun süredir kafamda demlenmeye bıraktığım birkaç kısa öyküyü görünür kılmayı planlıyorum.

-“Eğer sen sormasaydın ben soracaktım” dediğin bir sorun var mı?

Neden yazmaktan vazgeçip bir sahil kasabasına yerleşmiyorsun, yazmak senin neyine, diye sormanı bekliyordum ama sanırım sen sormadan cevabını verdim.

-Son olarak neler söylemek istersin? Teşekkürler Tekin Çifçi.

Keşke daha çok okumak için daha fazla zamanım olsaydı ve keşke bu röportajı Kürtçe yapsaydık… Seninle dertleşmek güzeldi. Ben teşekkür ederim.


Editor : Mehmet ÇELİK
TÜRKİYE GÜNDEMİ
ÇOK OKUNAN HABERLER
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR