Sırtımdaki Beyaz

Nesrin Bulat
Nesrin Bulat
Sırtımdaki Beyaz
12-10-2023

Birkaç aydır her sabah erken saatte, aynı dar sokaktan geçiyordum. Binaların arasına hapsolmuş zavallı gökyüzünü içimde duya duya koşturuyordum otobüs durağına.  Tıslayarak gelen yorgun halk otobüsünün içi tıklım tıklım oluyordu. Otobüs kapısının önünde sıralanan kuyruğa ben de dahil oluyordum. Kapıdakiler  her zaman sıra kapma yarışındaydı, zaman zaman sırayı bozanlar da oluyordu.  Uzun bir süre anlamamıştım bunun nedenini, nasılsa ayakta gitmeyecek miyiz, erken binince ne oluyor diye düşünürken bir gün şoför "Tamam doldu, kapıyı kapatıyorum." demez mi? Kapı, gıcırtılarla yüzüme kapandı. Kalakalmıştım. Ee tanımıyordum büyük şehri. Kurallarını da bilmiyordum toplu taşımanın. Uzaklaşan otobüsün ardından sitemle baktım. Neyse ki daha pahalı da olsa minibüs vardı. Oysa şehir insanının pek çok kapıyı kapatabileceğini ve bu kapanan kapıların yerine başka seçeneklerin olmadığını henüz bilmiyordum. Daha nelerin ardından sitemle bakabileceğimi de... Zaman öğretecekti, bozuk para gibi harcıyorlardı adamı çekinmeden.

İşe geç gittiğim bir kış sabahı Oğuz Atay'ın Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünü okudum. En az öyküdeki kahraman kadar yalnız ve uyumsuz olduğumu fark ettim. Sokaklarda insanlarla yan yana ama yalnız, otobüs duraklarında, iş yerinde, kafelerde, kaldırımlarda, parklarda yan yana ama yalnız. Bazen fazlalıklarla dünyaya geliyor ya insanlar. Kimi adam var kamburuyla doğuyor mesela, kimisi altı parmağıyla... Ben de yalnızlığımla mı doğdum nedir -ki hiç bırakmıyor peşimi. Uçuşan bir tüy gibi rüzgârın önüne katılıp savrulmaktan korktum. Özümü, rengimi unutmaktan... Şehir insanının rengi olan griye sarınıp sıradanlaşmaktan... Ama böyle beyaz mantomla dolaşmaya devam edersem de aralarında sırıtacaktım. Alay konusu edilecektim. Çekiştirilecektim. Adımlarımı onlara uydurmaya zorlanacaktım. Şaşkına dönmüştüm iyice. Anladığım bir şey varsa doğruları söylediğim zaman hoşlarına gitmiyordum, hakkımı aramak istediğimde karşıma dikiliyorlardı. Susmam ve ayak uydurmam gerektiğini de anlamıştım ama müzik kulağım yoktu ki ritimleri hep kaçırıyordum. Peşlerinden gideyim, onlara bir an önce yetişeyim derken düşüyordum sık sık. Bu tökezleyip düşmelerimin sonucu zamanla beyaz mantomun nasıl kirlendiğini gördüm. Kaldırım tozlarının onu nasıl grileştirdiğini. Mantomun etekleri, kolları gri olmuştu. Yalnızca sırtında azıcık beyazlık kalmıştı. Kalan beyazlığı başlangıçta anlamlandıramadım, neye yormalıydım?

Otobüsün kapısının yine yüzüme kapandığı "Nerde çokluk, orada bokluk" dedirten sıkıntılı bir gündü. Minibüse atmıştım kendimi. Minibüstekilerin parasını şoföre uzatmaya niyetim yoktu, ihtiyar ya da hamile birine yer vermeye de.  Kimsenin beklentisi olmasın diye camdan dışarı bakıyordum, grileşiyordum sonuçta. Bu tür duyarsızlıklara bürünmem gerekirdi. Bana yapılan hiçbir fenalığı unutmayacaktım, insanlara daha fazlasını yapmak için fırsat kollayacaktım. Bunları düşünürken içim hınçla doluyordu. Kindar biri değildim, yapamayacağımı bildiğim fenalıkları düşünmek, beni daha çok şişiriyor; içimi eziyordu.  Minibüs çarşı arasından geçerken nedense tellere konan kuşları fark ettim. Beyaz güvercinler, gri gök ve gri beton arasında bir yerde tele dizilmiş. Güvercinlerin rengi mantomun sırtındakini anımsattı. Eğer düşündüğüm fenalıklar sırtımı da grileştirmişse kendimden umudu kesecektim. Başta anlam veremediğim beyazlık hâlâ  duruyor mu diye göz ucuyla baktım.

Evet, oradaydı.

" Ben, bir kambur gibi gördüğün yalnızlığını taşıdığın yerim. Ben her şeyin karşısında dimdik ayakta durabilenim. Ben göze alabilenim. Kambur sandığın şey aslında seni yüceltendir. Farklı kılandır. Bu yüzden rengim beyaz, yalnızlık cesaret ister ve rengi beyazdır." dercesine bir tümsek gibi sırtımdaydı.

ÖNCEKİ YAZILARI