USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Sol Ayağım, Christy Brown

31-03-2023

“Kırık bir kalp, sakat bir vücuttan çok daha acı verir.”

 Bir insanın yokluğunu kabullenmek mi daha zor, yoksa hayal kırıklarıyla dolu çabaların neticesinde boşa kürek sallamış olmakla yüzleşmek mi? İlkinin acısı zamanla hafifleyebilecekken, ikincisi kabuk bağladıkça kanatan cinsten.  Arafta kalmanın zorluğuyla kıvranan Chris hisleriyle ilgili; “çocukluğun neşeli umursamazlığı, yetişkinliğin acısı ve hayal kırıklığı arasında asılı kalmıştım.” diyor. Bir taraftan hayal kurmaktan vazgeçmeyen yanıyla ümitvar, diğer taraftan onları gerçekleştiremeyecek kadar büyük oluşunun farkında.  

5 Haziran 1932’de Rotunda Hastanesi’nde zor bir doğum sonucu dünyaya gelen Chris’in yaşam mücadelesi, engeli olmayıp da kendi sınırlarını aşamayan ve kendine engel koyan engelsiz insanlara örnek niteliğinde. Şu hayatta insanın dünyaya gözünü açarkenki en büyük şansı annesidir diye düşünüyorum. Doğuştan beyin felci olan ve sol ayağı dışında hiçbir uzvunu kullanamayan, düşüncelerini dile getiremeyen bir evlat karşısında “dahi olmana gerek yok, dene yeter.” deyip yüreklendiren bir anne ne büyük bir şans... Bana kalırsa bu eserin iki kahramanı var; biri Christy diğeri ise fedakar annesi Bridget Brown. 

Bir anne düşünün ki, ona ihtiyacı olan beş çocuğu daha olmasına rağmen, tüm doktorların ümitsiz vaka olarak gördüğü çocuğuna da aynı ilgi ve merhametle yaklaşabiliyor. Hatta belki daha da fazlasıyla... Chris, annesinden; “Konuşmak benim için garip, acemice bir şeydi. Ama içimde olup bitenleri anneme anlatmak için sözcüklere ihtiyacım yoktu. Onun neredeyse zihnimi okuduğuna inanıyordum. Aramızda ilginç bir bağ vardı; bir göz kırpmasıyla birbirimizin ne hissettiğini anlayabiliyorduk. Ben, onun dolayısıyla ailenin bir parçasıydım. Büyüdüğümde ne kadar anlayışı kıt ve aciz olsam da,  bana da diğerlerine davrandığı gibi davranma ve misafirlerin önünde kendisinden asla söz edilmeyen arka odadaki yaratık olmayacağım  konusunda kararlıydı. Bu, gelecekteki yaşamım için çok önemli bir karardı. Annemin, karşı karşıya kalacağım bütün mücadelelerde her zaman yanımda olacağı, yenilmek üzere olduğum zamanlarda ise yeni bir güçle bana destek vereceği anlamına geliyordu. Ama bu onun için hiç kolay değildi...” diye bahsediyor. 

Zaman zaman iniş çıkışlarla dolu azmin hikayesi bir tebeşirle seyir değiştiriyor. Uzun, ince, sapsarı bir tebeşir... Başarmıştı Chris, dudakları kıpırdamasa da, kendi ifade edecek bir yöntem bulmuştu, tebeşiri sol ayağının parmakları arasına alırken. Kendini tanımlarken; “Gözlerimden çok zihnimle görüyordum. Ayak parmaklarımın arasında tuttuğum bir parça kırık tebeşirle o bir harf benim için yeni bir dünyaya giden yol, zihinsel özgürlüğümün anahtarıydı. Çarpık bir ağızla ifade edemediklerimin gerginliğini rahatlatacak kaynaktı; yazılı sözcükler... Sol ayağım, içinde bulunduğum hapishane kapısının tek anahtarıydı.” diyor. Çoğuna “Kitap en iyi dosttur” lafı klişe gibi gelebilir ama eseri okuyanlar bundan fazlasını kastettiğimi anlayacaklardır. Okudukça açlık hisseden Chris, dönemin kitaplar üzerine bakışını gözler önüne seriyor; “Kitaplar evimizde pek görülmezdi. Ekmeğin daha önemli olduğu düşünülürdü. Karnımızı doyurmak zihinlerimizi doyurmaktan daha önemli bir işti.”   

İnsanın ruhunda engel yoktur, ümitlerinde, düşlediklerinde de... Kendi sınırlarını yoklayan biri için gayret, kararlılık ve cesaret çoğu kez motivasyon kaynağıdır. Etraftaki bütün “çok zor, nasıl yapacaksın..?” sözlerine sağır bir kulak da şart tabii. Chris yenik hissettiği zamanlardaki duygularını şöyle ifade ediyor; “Hayatım duvara dönük oturduğum, dışarıdaki kocaman dünyanın seslerini ve hareketlerini duyduğum ancak kımıldayamadığım ve kardeşlerimle tanıdığım diğer insanlar gibi dışarı çıkıp kendi yerimi bulamadığım sıkıcı bir köşeye benziyordu. Yalnızca bir olukta aynı şeyleri düşünerek, aynı şeyleri hissederek ve aynı şeylerden korkarak hareket ediyormuşum gibi geliyordu bana. Kıstırılmıştım, önüm kesilmişti, hapsolmuştum. Hayal kırıklığıyla sonuçlanan çabalar ve küçük dar düşünceler dışında hiçbir şeyim kalmamıştı.”   

Yazarın hayatına giren ve ona yeni ufuklar açanlardan biri de Bayan Maguire idi. Derin düşünce ve sorgulayıcı aklıyla derdi başından aşmış Chris’in imdadına yetişmişti yine, onu Lourdes’e gitmeye davet ederken... Tek başına seyahat etmek heyecan verici olsa da, korkmuyor değildi. Fakat kendine bile itiraftan çekindiği bu korkuyla birleşen mucizenin ardından gitme isteği, ağır basmıştı. Nihayetinde ise yolculuk esnasında karşılaştığı sahnelerin anlatımı gayet başarılıydı. Özellikle de bu sözleri; “Acı çeken insanları gördükçe, zihnimde yeni bir ışık yandı. Dehşete kapıldım. Dünyada bu kadar çok acı çeken insan olduğunu bilmiyordum. Kendini küçük kabuğuna hapsetmiş bir salyangoz gibi, dışarıdaki kalabalık dünyayı yeni yeni görmeye başlıyordum. Beni asıl şaşırtan şey, bunca insanın sakat olması değildi. Beni şaşırtan şey, çoğunun durumunun benimkinden de kötü olmasıydı. O zamana kadar bunun mümkün olabileceğini düşünmemiştim. Birden, bunca zamandır kör olduğumu, benim acılarımın diğer insanların acıları yanında hiç kaldığını hissetmeye başlamıştım.” Kitabın bu bölümünü okurken aklıma Peygamber Efendimizin (sav) “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” hadisi düştü. 

“Fark etmek acıydı fakat gerekliydi.” diyen Chris’in üst düzey gözlem gücüyle farkına vardığı şey, orada bulunan herkesin ve kendisinin de  ortak bir amacının olduğuydu; dua ve umut... 

Fransa’nın cazibesinden etkilenmişse de, eve döndüğünde mutlu hissettiğinden bahsediyor. Artık hayatının belli bir amacı ve değerinin olması gereksinimi daha da artmıştı. Sık sık Laurdes’e ve Grotto’ya giderken gördüğü insanları anımsıyor; onlar gibi sabırlı, neşeli dertlerle barışık olmaya, isyankar yanını bir kenara bırakıp kendisini öbür dünyada ödülün beklediğine inandırmaya çalışıyordu. Bütün bunlara rağmen içindeki fazlasıyla insani zaafların varlığıyla uslu olmayı öğrenememiş bir çocuk olarak tanımlıyarak şu sözleri ilave ediyordu; “insanlar genelde ‘özgürlükten’, fiziksel engellerden ‘kurtulmaktan’ bahsediyorlardı. Yine de bu sadece bir başarı değildi. Küçük bir kahraman gibi sakatlığımla savaştıktan sonra alacağım ödülün istediğim yere gelmek olmadığını gördüm. Başarıyla kastettikleri fiziksel bağımsızlıksa bu doğruydu, fakat bütün zihinsel ve duygusal çatışmadan tamamen kurtulmaktan söz ediyorlarsa oldukça yanlış düşünüyorlar demekti. ‘Özgürlük’ ve ‘kurtulma’ gibi kulağa hoş gelen kelimelerin hepsi anlamını yitirmiş olurdu. Çünkü hala hapishane parmaklıkları ardındaki ‘tutsaklığım’ sırasında geçmişte hissettiğim acı ve kederin yerini kurtulma şansıyla zincirlerimi kırmaya çalışırken sarfettiğim çabaların aldığını fark ediyordum. Artık zeki insanların ‘uyanış’ ve ‘aydınlanma’ dedikleri şeyin altında saklamaya çalıştıkları acıyı hissediyordum. Asla diğer insanlar gibi olamayacaksam, en azından kendim gibi olacaktım ve kendim gibi olmak için elimden geleni yapacaktım.”

Christy, hayat hikayesini yazmaya karar verdiği ilk zamanlarda henüz on iki yaşında olan kardeşi Eamonn’u kalemi olarak kullanmıştı. Sayfalarca cümle, boşa giden emekle birlikte karamsarlık içinde kayboluş ve sonrasında büyük  buluş; Dr. Collis... Ondan öğrendiği edebiyat incelikleriyle yazacağı otobiyografiyi bu sefer on üç yaşındaki kardeşi Francis ile yazmaya başlamıştı. Onun deyimiyle Francis, Eamonn ve Sean’dan farklıydı. Çünkü onlar gibi aklını vermeden makine gibi yazmıyordu. Yazdıklarının hakkında düşünüyordu da. Gün geçtikçe fikirleri gelişip değişen Brown, uzunca bir süredir kullanmadığı kadim dostu ‘sol ayağı’ ile yazmış olduğu bu eseri ortaya çıkardı. Eser, İrlanda Edebiyatının ‘en’leri arasında yer alırken bir filme de konu olmuştur. 

Yazımı, ürettiğimiz bahanelerle tükettiğimiz ömrümüze ders olabilecek Christy Brown’ın, sözleriyle nihayetlendirmek istiyorum. “Herkesin yapacak bir şeyi vardı, onları meşgul edecek, zihinlerini faal tutacak şeyler. Hayatlarını bir bütün kılacak ilgi alanları, faaliyetleri ve amaçları vardı. Bütün bunlar enerjilerine doğal bir kaynak, aynı zamanda doğal bir ifade ortamı sağlıyordu. Benimse yalnızca sol ayağım vardı...”